2008 yılında kapitalizmin amiral gemisi ABD’de başlayan ekonomik kriz, bir kasırga misali pek çok ülkenin ekonomisini vurdu. Bunlardan biri de İspanya’ydı. Çoğu ekonomik kriz gibi sebebi halk değildi. Sebep, zenginleri daha zengin etmek ve onları her durumda öncelikli olarak korumakla yükümlü
sistem ve sistemin temsilcileriydi. İspanyol entelektüelleri de bu küresel yağmayı unutmamış olacaklar ki ‘’La Casa De Papel’’ adlı diziyi yaptılar. Bu dizi aslında ilk 2 sezonu ile 2008 krizi ve sonrasında İspanyol halkını sömüren sisteme bir isyan niteliğinde. Aynı zamanda bir ağıt!
Dizinin ilk iki sezonunu; Darphaneyi işgal eden bir grup ile devletin güvenlik birimleri arasında oynanan ve yüksek zeka içeren bir satranç maçı gibi düşünün… Sürükleyicilik, iyi oyunculuk, zekice yazılmış senaryo… Bu üç şey dizinin en güçlü yanı. Ancak yine de eksik kalırdı ve bu kadar kabul görmesini engellerdi, yaslandığı güçlü bir meselesi olmasaydı. İşte o meseleyi de dizideki grubun lideri Profesör, kendisini yakalamak isteyen ve sonrasında da aralarında aşk gelişen güvenlik biriminin sorumlusu Raquel ile diyaloğunda şöyle anlatacaktı. ‘’Ben kötü müyüm? Sana her şeyi iyi veya kötü
olarak görmek öğretilmiş. Ama sana göre, bizim yaptığımızı başkaları yapınca iyi oluyor. 2011 yılında Avrupa Merkez Bankası durup dururken 171 milyar avro bastı. Tıpkı bizim gibi. Sadece daha çok. 2012’de, 185 milyar. 2013’te 145 milyar avro. O kadar para nereye gitti, biliyor musun? Bankacılara. Matbaadan direkt zenginlerin cebine. Hiç kimse Avrupa Merkez Bankası hırsızdır, dedi mi? ‘’Likidite enjeksiyonları’’ dediler. Oysa ardında hiçbir şey yoktu, hiçbir şey! (Parayı göstererek) Bu ne? Bu bir hiç, bu kağıt. (yırtar) Kağıt, görüyor musun? Kağıt. Ben de likidite enjeksiyonu yapıyorum. Ama bankacılara değil. Burada yapıyorum, gerçek ekonomide. Bir ezilenler grubuyla.’’
Bu görüşlere katılmamak mümkün mü? İspanyol entelektüellerinin küresel kapitalist kasırganın vurduğu halkları için ağıt yakmaları yahut bu sisteme karşı ‘’Biz İspanyol entelektüelleri olarak yaptığınız hısızılığın farkındayız’’ demelerini takdir etmemek imkânsız. Dizi bu haliyle son bulsa mükemmel olurdu. Çünkü kapitalizmde son kavramı yoktur. Hele de kar getiren bir işin sonu… Dizi görevini tamamlamanın ve söyleyeceği sözü söylemenin huzuru ile biteceği
zirve noktada bırakılmadı. Yeni haliyle de ilk iki sezonda bir isyan fitili ateşleyen, en azından farkındalık yaratan durumu sarsılmaya başladı. Oysa bu kez de İspanya Merkez Bankası’na saldırmışlardı, hatta rakipleri de aynıydı. Ancak bu kez dizinin eski tadı yoktu.
Olay belki de isyanı başlatmak ve devam ettirmek arasındaki felsefi zorlukta. Sol kavramlar ile 2008 ekonomik krizine karşı isyan eden bir dizi yapmak güzel fikir. Ancak bu tarz halk adına yapılan eylemlerde en büyük mesele, olaya halkın dahil olması ve halkı olayların iç yüzüne hakim olmalarını sağlayarak aydınlatmak ve örgütlü bir yapıya kavuşturarak toplumsal mücadelenin yolunu açmaktır. Aksi takdirde ne mi olur? Dizideki gibi kapitalist sömürücülerin sürüyü sömürmesi engellenmeye çalışılırken bir aydınlanmış grup halkı yönlendirir hale gelir. Bu durumda kapitalist sömürücülerle bu
aydınlanmış grup arasındaki en büyük benzerlik toplumun sürü olarak görülmesi olur ki bu kabul edilebilir bir şey olmasa gerek.
Bu durumu 1900’lü yıllarda Jack London ‘’Cinayet Şirketi’’ adlı kitabında işlemiş. Cinayet şirketi: Toplumu sömüren insanları yok etmek üzere kurulan bir şirket. Şirketin üyeleri yazar, düşünür, profesör gibi üst düzey entelektüellerden oluşuyor. Herhangi bir vaka kurula sunulup tartışıldıktan sonra görevi üyelerden biri alıyor ve kapitalist sömürücü yok ediliyor. Ancak şirketin en önemli kuralı kurula sunulacak insanın öldürülmesinde ‘’Toplumsal faydanın’’ olması. Bir zaman sonra öldürülmesi için biri sunulur örgüte. O da örgütün kurucusudur. Ve bu öneri kabul edilir. Örgüt kendi liderini öldürmek için uğraşır. İşte bu mükemmel romanda Jack London’ın bu halkı kurtarmak isteyen çobanları öldürmesinin nedeni ‘’Bir toplum ancak kendi kurtuluşu için çözüm üretebildiği zaman o toplumda evrimden, ilerlemeden bahsedilebilir.’’ mantığıdır.
‘’Ne var ki bireyler yalnızca kendilerinden ibaret değil, aynı zamanda bireylerden oluşan karmaşık yapıların parçaları.’’ Dolayısıyla sol bir çözüm önerisi: Mesele sürüye çoban olmak değildir, sürüden örgütlü toplumlar yaratmaktır.