Haftasonu üç bölümlük bir dizi seyrettim: A Very English Scandal, yani Çok İngiliz Bir Skandal. Hikayesini gerçek bir olaydan alan dizi, ülkeyi epey meşgul etmiş bir cinayet komplosunun perde arkasını anlatıyordu. Ama bu diziyi seyrederken, aklıma Kraliçe Anne’in iki kadını birbirine düşürdüğü The Favourite, yani Sarayın Gözdesi filmi geldi, çünkü tuhaftır, ikisi de eşcinsel ilişkileri merkezine alırken, aslında cinselliğin insan hayatındaki ve dolayısıyla toplum hayatındaki belirleyici önemine dikkat çekiyordu.
Onsekizinci yüzyıl İngilteresi’nde, bir yandan ağır ekonomik şartlar, bir yandan Fransa’yla yaşanan savaş ülkeyi gitgide darboğaza sürüklerken, sarayın yönetimini Kraliçe Anne adına yürüten nedime Sarah Hanım, kurduğu iktidar düzeni doğru düzgün yürürken, her nedense kuzeni Abigail’in kraliçeyle yakınlaşmasına izin verme hatasında bulunur ve maalesef bunun sonu hepsi için kötü olur.
Abigail’de Emma Stone ve Sarah’da Rachel Weisz çok iyi oynuyorlar, ama asıl büyük oyuncu Kraliçe Anne’de Olivia Colman, bir karakterin gidiş gelişlerini müthiş yansıtıyor.
Filmin yönetmeni Yorgos Lanthimos, 2009’da çektiği Köpek Dişi’nden beridir ülkemizde de meraklısınca tanınan bu Yunan, şimdiye kadarki en konuşkan ve en hareketli filmini yapmış, karakterlerin birbirlerine ve dışarıya karşı konuşmaları öyle farklı ki…
Sanat yönetimi, kostümden dekora kadar incelikle ve cömertçe gerçekleştirilmiş, önde çok önemli şeyler olurken bile arka planda resimlerden bardaklara her şeyin hesaplanarak işlendiği ayrıntılar dikkat çekiyor.
Sarayın Gözdesi, yansıttığı ilişkilerde eşcinsellik merkezli çetrefil düzeyi ele alıyor, hem çocuksu hem şiddetli, hem masum hem ateşli yanlarını da gösteriyor, cinsellik kadar iktidarın da…
Çok İngiliz Bir Skandal’da ise, bundan yaklaşık iki yüzyıl sonra, İngiliz parlamentosunun liberal bir üyesi olan Jeremy Thorpe bir çiftlikte tanıştığı genç Norman Scott’la yaklaşık bir yıl süren eşcinsel bir ilişki yaşıyor, ama sonra Norman çeşitli defalar şantaj yaparken ve her seferinde çuvallarken, sonunda Thorpe kendi başını yakarak bunu ülke tarihinin en renkli olaylarından biri haline getiriyor.
Thorpe’da Hugh Grant ve Norman’da Ben Whishaw çok parlak oyuncular, üç bölümlük dizinin her anında seyirciyi peşlerine takıyorlar, ama aynı zamanda yakın arkadaşta Alex Jennings ve sadık eşte Monica Dolan başta olmak üzere tüm oyuncular çok başarılı…
Dizinin yönetmeni Stephen Frears, 1985’te çektiği Benim Güzel Çamaşırhanem’den beri ülkemizde de çoğu filmi beğenilen bir İngiliz, Tehlikeli İlişkiler’den Sensiz Olmaz’a, Kraliçe’den Umudun Peşinde’ye çok filmi var, bu ise hem alaycı hem gerçekçi, hem de çok hızlı biçimde yürüyen bir macera…
Önüne çıkan herkese boyun eğen ama nihayetinde kimliğini bulmaya doğru yol alan Norman, iktidar ile zevki birbirine karıştırmamaya çalışırken ilk kez içi rahat ederek yattığı bu çocuğu öldürmek için kafa patlatan Thorpe, ne olursa olsun yardım ettiği adamın aslında tipik bir çıkarcı olduğunu çok geç anlayan Bassell, savunmasa bile sahip çıkmanın kendisi açısından çok daha yararlı olduğunu farkeden Marion, hakikatler karşısında bin türlü bahane ya da gerekçe bulabilecek birçok İngiliz gösteriyor yönetmen, kuşkusuz bunun sadece oraya ait bir hikaye olmadığını görerek…
Bu diziyi seyrederken, parlamentodan odalara, evlerden kafeteryalara her yer ve her şey çok İngiliz belki, ama biraz daha yakından, biraz daha insani baksanız dünyanın hiçbir yeri için o kadar da uzak ihtimaller değil bunlar…
Farklı dönemlerden iki İngiliz yapımı, insana dair hiçbir şeyin öyle kökten değişmediğini, biçim değiştirerek de olsa aynı ya da benzer kaldığını gösteriyor maalesef ya da neyse ki…