Amerikan Soygunu şeklinde bir isim, aslında film için daha uygun olmuş, İngilizce adındaki hayvanlardan kasıt genç çocuklar elbette, saldık çayıra mevlam kayıra hesabını çağrıştırıyor belli ki, ama burada gerçekten de Amerikan filmleri başta olmak üzere bir dizi kültürel bilgicikle beslenmeye çalışan ama sonunda duvara toslayan bir soygun girişimi sözkonusu, dört genç çocuğun üniversite kitaplığındaki orijinal eserleri çalarak kolesiyonerlere satma planı nasıl gelişiyor ve bozuluyor seyredin derim kendi adıma, belki çok bilinmedik ve yeni şeyler söylemiyor ama en azından hem heyecanlı hem komik ayrıntılar var, tabii işin en önemli kısmı yarı belgesel havası veren söyleşiler, yönetmen Bart Layton’ın belgesel dışındaki ilk filmi bu, gerçi tam anlamıyla dışında değil, dramayla karışık tabii, anlatılan bu olayı yaşamış gençlerin konuşmaları sahne aralarına giriyor, gerçek ile kurgu küçük ayrıntılarla ayrılıyor, bu belgesel drama tadında değişik bir film çıkarıyor ortaya, gençleri canlandıran oyuncular asıllarına benzemiyor, üstelik onları birebir taklit etmeye de çalışmıyorlar, zaten bu haliyle daha özgün, film de gayet keyifle seyrediliyor velhasıl…
Colette’in hikayesinin aynısından sürüyle anlatıldı, hatta en son Mary Shelley filmi de nerdeyse aynı düzlemde ilerliyordu, erkek egemen bir toplum, cinsiyetçi ve ayrımcı bir gelenek, elbette sinemada anlatılabilir, hatta anlatılması gereken hikayeler bunlar, ama bu kadar alışılmış hikaye yapısı ve bu kadar ezber olmuş bir anlatımla değil, tamam yönetmen Wash Westmoreland gayet aksaksız götürüyor filmi, tamam Keira Knightley gayet güzel oynuyor, zaten bu tür rollere pek düşkün belli ki, ama Colette’in kocası adına romanlar yazmasının hikayesine eklenen bir tek yeni şey var, kadın aynı zamanda kadınlarla da ilgileniyor, kadınlardan da hoşlanıyor, ama baktğınızda bu da gayet düz biçimde anlatılıyor, filmin ana teması bu olsa yeni diyebilirdik belki, dikkat belki diyorum, ama bu haliyle eli yüzü düzgün tatsız tuzsuz bir yemek gibi, yerseniz…
Sylvester Stallone varsa, mutlaka hareket de vardır, nitekim öyle geçiyor film, epey atışma, birkaç dövüş, bolca çatışma, zoraki kaçışma filan, doğrusu Stallone ile Schwarzenegger’li ilk Kaçış Planı’nın seviyesini yakalayamıyor, zaten bu kez klasik bir korkunç hapishane ve yine klasik bir iyi-kötü savaşı var ortada, babasının acısını kendisine tattırmak isteyen bir intikamcı ile karşı karşıya geliyor Stallone, kadrodaki diğer isimlerse bir-iki numara yapıyor o kadar, senaryo yetersiz, yönetmen sıradan, bu kadar şeyden sonra Kaçış Planı 3 için söylenebilecek tek güzel şey, ilk filmden kötü ama ikinci filmden iyi olduğu, yeterse…
Gerard Depardieu artık her role geliyor, yardımcı rolmüş baş rolmüş fark etmiyor, bu güzel tabii, ama film iyi mi kötü mü o da fark etmiyor artık, bu da güzel değil pek, Arkadaşımn Aşkısın filmi de belli ki Daniel Auteuil tarafından yönetilecek ve oynanacak bir film olduğu için hemen kabul etmiş Depardieu, bir nevi arkadaşımın filmisin hesabı, ama işte Auteuil yönetmenlikte tüy kondurmamış, oyunculukta da kendini tekrardan öteye gidememiş, film bir akşam boyunca evli bir adamın arkadaşının sevgilisiyle ilgili kurduğu hayallerden ibaret, ara ara gerçeklere, üstelik karısının kıskançlığı ve arkadaşının aldırmazlığı ile dolu geçeklere gidip geliyor, en sonunda da gerçeğe teslim oluyor tabii, bütün olarak film Fransız usulü bir romantik komedi, ama en cıvık ve en basitinden olduğunu da söylemeliyim, yoksa bu tür başka Fransız filmlerine ayıp olur…