Bu hafta gösterime giren beş filmi yazdım, bazılarını keyifle seyrettim ve yazmazsam katiyen olmaz dedim…
Deli ve Dahi
Aslında oyuncularına bakılırsa tam da doğru seçim bu iki isim, Mel Gibson ve Sean Penn…
İkisi de iki unsuru bünyelerinde barındıran, bunları lazım olduğunda olabildiğince güçlü ve inandırıcı biçimde seyirciye sunan oyuncular, hem deli bir dahi, hem de dahi bir deli olan karakterler için biçilmiş kaftan bu ikili…
İnsanlık tarihinin en büyük kitap projelerinden biri, İngilizce’nin sahip olduğu en az 10 bin kelimeyi içerecek olan bir sözlük hazırlamak üzere çalışmaya başlayan profersör Murray, bir yardımcı ararken, bir cinayet sonucu akıl hastanesine kapatılmış doktor Minor ona çok başarılı bir sözlük çalışmsı gönderiyor, bu ikili mektuplaşarak sözlüğü hazırlama işini sürdürürken, sonunda yüzyüze tanışıp iş arkadaşlığından yakın dostluğa uzanan bir yola çıkıyor ve günümüzde halen emsalsiz bir kaynak olarak başvurulan, binlerce sözcük içeren Oxford İngilizce Sözlüğü doğuyor…
Filmin yönetmeni Farhad Safinia’yı, daha önce Mel Gibson’ın yönettiği Apokaliptika filminin ve bir belediye başkanının rezaletlerini anlatan Boss dizisinin senaryo yazarı olarak tanıyoruz…
Bu ilk filminde senaryo ortağı olarak usta yönetmen John Boorman’la çalışmış, ayrıca heyecan ve zevkle yönetilecek iki usta oyuncuyu bulmuş, onlara Stephen Dillaine’den Jennifer Ehle’ye, Eddie Marsan’dan İoan Gruffud gibi deneyimli isimler de eklemiş…
Hem bir sözlüğün yapılışını, hem bir dostluğun büyümesini birlikte anlatmış, ana karakterlerin hayatlarıyla birlikte, her şey olması gerektiği gibi, her şey olması gerektiği kadar, ne az ne fazla, tam dozunda sıkı bir film Deli ve Dahi…
Kursk
1998 yılında birçok ödül kazanan, Oscar’da en iyi yabancı film seçilen Şölen filmiyle çıkış yapmıştı Thomas Vinterberg, hatta o yıl kendisi Cannes’daki jüri özel ödülü dahil birçok ödül kazanmış, Avrupa’da yılın keşfi olarak görülmüştü, ama sonra çektiği herşey ya kötüleşti ya da sıradanlaştı…
Muhtemelen ilk filminden itibaren bağlı olduğu Lars Von Trier’nin Dogma akımının etkisi sürüyordu üzerinde, nitekim bu ekol bittikten epey sonra, bence ilk ciddi patlamasını, bir adamın kendisine hayran olan bir küçük kızın yalanı yüzünden çocuk tacizcisi damgası yemesini anlatan Av filmiyle 2010 yılında yapabildi…
Nitekim sonra da Submarino, Çılgın Kalabalıktan Uzak ve Komün gibi en azından fena olmayan filmler geldi…
Şimdi de, dünya siyasi ve askeri tarihi açısından önemli bir olay olan Kursk denizaltısının öyküsüyle karşımıza çıktı…
118 mürettebatıyla Barents Denizi’nde batan Kursk, Ruslar’ın denizaltıya girme hususundaki nafile çabaları sürerken ve Putin daha 5 ay önce başkan olduğu halde çıktığı tatili yarıda kesmezken, üçüncü günde anladıkları birkaç mürettebatın kurtulduğu gerçeğine rağmen, on gün boyunca ne kendileri yetersiz ekipman yüzünden girebiliyor, ne de yabancılar gizli bilgilere ulaşabilir diye başkalarının yardım teklifini kabul ediyor, ama tam on gün sonra Rusların izin verdiği İngiliz ve Fransız askerleri girdiğinde, 23 mürettebatın çıkış bölümünde beklerken öldükleri ortaya çıkıyor…
Vintenberg bu hikayeyi, hem denizaltı mürettebatının geride kalan eşleri ve çocuklarının acılarını, hem Rus ve NATO arasında inanılmaz kibirli ve çıkışsız görüşmeleri, hem de denizaltıda 23 denizcinin müthiş çabalar göstererek kurtarılmayı beklemesini derinlikli biçimde anlatıyor… Denizaltıda dar, ailelerde basık, yukardaki denizcilerde boğucu bir hava var ve Vintenberg baştaki düğün sahnesinin geniş planlarının tam tersi bir anlatımla hissettiriyor bunları…
Bütün oyuncular çok başarılı filmde, Mathias Schoenearts ve Lea Seydoux sağlam bir karı koca portresi çiziyor, hele küçük Micha’da Artemit Spiridonov muhteşem…
İlk patlamadan son ölüme kadar herşeyi gösterirken, sinemasal açıdan çok başarılı olan Kursk’u kaçırmayın ve olanları bir daha, bir daha düşünün…
Katil Avcısı
Valla ne desem bilmiyorum, bir başka denizaltı felaketi daha, ama bu sefer kurmaca, hem de ne kurmaca…
Epey düşünmüş ve sonunda olur valla deyip yazmışlar herhalde, birileri de inanmış ki çekmeye karar vermişler, birileri de inanmış ki oynamışlar bu filmde, hadi Gerard Butler neyse de, o müthiş Gary Oldman ne arıyor böyle bir filmde bilinmez…
Buram buram Amerikan propagandası kokan basit bir baskın, denizaltı ve kumandanlıkta geçen bir askeri çatışma macerası…
Rus başbakanı hain Rusların elinden kurtaran Amerikalılar masalı güzel gibi gelmiş olabilir bu filmi yapanlara, ama o kadar da değil, “yok artık” dedirtiyor baştan sona, başka bir şey söylemeye de gerek yok Katil Avcısı hakkında…
Loro
Şimdi size eski İtalyan başbakanı Silvio Berlusconi’yi nasıl bilirdiniz desem, herhalde yolsuzluklar ve skandallar gelir aklınıza önce, ki haklısınız kuşkusuz… Uluslararası alanda gayet iyi tanınan ve sanatseverler tarafından takdir edilen İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino da onun hayatını anlatmaya kalkınca konusu bunlar olmuş tabii ki…
Sorentino’yu nerden hatırlarsınız, mesela gözde oyuncusu Toni Servillo’nun oynadığı İl Divo diye bir filmi vardı, sonra Sean Penn’in oynadığı Olmak İstediğim Yer, yine Toni Servillo’yla Muhteşem Güzellik, Michael Cain ve Harvey Keitel’le Gençlik ve tabii Jude Law’la Genç Papa adlı bir de dizi çekti, hatta şimdi de devamını çekiyor…
İşte yine Toni Servillo ile, bu kez Berlusconi’nin şatafat ve rezaletlerle örülü hayatı, İtalya’dan bütün ihtişamı ve korkunçluğuyla gelip geçen bir başbakanın yaşadıklarını gösteriyor…
Sorentino’nun kendine özgü anlatımı, yani biraz ağdalı ve fazla göz boyayıcı, Toni Servillo’nun gayet coşkulu ve biraz fazla oyunu, hep beraber yönetmene hizmet etmeye çalışan görüntüden müziğe kadar tüm diğer çalışanların da katkılarıyla beyazperdede Loro…
Aşktan Kaçılmaz
Onu ilk olarak Ölü Ozanlar Derneği filminde görmüştük yeniyetme bir çocuk olarak 1985’te, sonra filmler geldi ard arda başrolde oynadığı, Beyaz Diş’ten Yaşamak İçin’e kadar, ama nihayet bıyıklarının da çoktığı film Gerçekler Acıtır’dı, Winona Ryder’la beraber oynadığı, ondan sonra birçok film geldi Ethan Hawke’dan, işte şimdi de saçı sakalı ağarmış, ama hala çok yakışıklı olan bir müzisyeni canlandırdığı Aşktan Kaçılmaz filmiyle karşımızda….
Başrolleri paylaştığı kadınsa, aslında tıpkı onun gibi, ama bir on yıl gecikmeyle, yine ergenliğini kameralar önünde yaşayan bir kız oldu, Hep Seni Andım’dan 28 Hafta Sonra’ya, Nedimeler’den X Men Birinci Sınıf’a hep küçük rollerde gördük onu, asıl çıkışı Glenn Close’la başrolü paylaştığı Damages dizisiyle oldu, ondan sonra da görece düşük bütçeli hafif işlerin oyuncusu oldu çıktı Rose Byrne, nitekim bu da farklı bir film değil…
Sevgilisinden yeni ayrılmış bir kızla hayran olduğu yıllanmış müzisyen arasındaki ilişki, eski sevgili, çılgın aile ve sıkıcı hayatın ayrıntıları, sadece seyredilebilir denebilecek bir romantik komedi haline getiriyor Aşktan Kaçılmaz filmini…